30 Haziran 2012 Cumartesi

I'll Teach You Love / We Teach Love

"12 yıl oldu. 12 yıldır yalnızca tek bir erkeği sevdim. Kaç defa cayıp yüreğime gömerken, 'Günün birinde beni önemseyecek.' dediğimi biliyor musun? Aşkıma karşılık vermesi için daha ne yapmam lazım? Ne yapmam gerektiğini öğretemez misin?"


Bir saatlik bir film We Teach Love. Mini drama da diyebiliriz aslında. Öncelikle biraz konusundan bahsedeyim:

Lee Jin Yi salaş görünümlü bir çiçekçidir. 12 yıldır aşık olduğu Chul Woo onun farkında bile değildir. Jin Yi aşık olduğu adamın kendisini farketmesi için bir çeşit çöpçatanlık şirketinden yardım ister. Artık bu yolda ona Kwon Tae Joon yardım edecektir. Tae Joon'un yardımlarıyla Jin Yi sevdiği adamın ilgisini çekmeye çalışır.


+Güzel değil mi? Dağlalesi. Malesef bu çiçek ümitsiz aşkın temsilcisi.
-Vaz mı geçeceksin?
+Vazgeçmeyi temsil eden çiçek yok.


 Dün bu filmi ikinci kez izledim. İyi ki izlemişim çünkü filmden ilk izleyişte alınan tat başka, ikinci izleyişte alınan tat bambaşka. Öyle güzel dokunuyor ki kalbinize.. Binlerce kez izleseniz bıkmayacakmışsınız, her seferinde yeni bir şey farkedecekmişsiniz, her seferinde filmi daha iyi hissedecekmişsiniz gibi..


 +Nesini seviyorsun bu adamın?
-O adam.. güldüğü zaman dudağı sol tarafa doğru kalkar. Sürekli sol elini cebine sokma huyu vardır. Sinirliyken elini cebine koyar ve yürür. Yürür ve yürür. Saatlerce yürür. Başka huyları da var. Derin düşüncelere daldığı zaman kaleminin ucunu ısırır. Çenesi için zararlı."


Film öyle güzel repliklerle bezenmiş ki insanın eline kağıt kalem alıp replikleri not edesi geliyor. Çevirip çevirip sırf replikler için aynı sahneleri onlarca kez izlettiriyor. İlk izleyişimden sonra arasıra açıp sevdiğim sahneleri izlemiştim sırf replikleri için. Oyuncuları da çok başarılı gerçekten. Özellikle Jin Yi ve Tae Joon karakterlerini izlerken oyuncuların başarısını farkedebilirsiniz. Duyguyu en iyi şekilde veriyorlar. Yani en azından bana duyguyu en iyi şekikde yansıttılar.

Sıcacık bir film We Teach Love. Konusu, oyuncuları, replikleri, sahneleri, çiçekleri her şeyi çok güzel, çok sıcak. İnsanın her zaman elinin altında bulunup canı isteyince izleyeceği cinsten. Filmi izleyip beğenmişseniz sizin de benim gibi sırf replikler için açıp aynı sahneleri defalarca izleyeceğiniz zamanlar olacaktır. Olsun, bazı sahneleri gerçekten onlarca kez izlemeye değer.

27 Haziran 2012 Çarşamba

2ne1 albümü kazandım ben.


Blog okumayı çok seven bir insanım. Bu yüzden blog yazarı olmasam bile takip ettiğim bir sürü blog vardı. Anlaşılacağı üzere hala var. Onlardan biri olan ve severek izlediğim Metropol Günlüğü birkaç hafta önce bir yarışma yaptı ve bu sayede 2ne1 albümü kazandım. Albümüm şimdi yanıbaşımda, severek dinliyorum. İçinde çok güzel bir photobook da olan bu albüm için sevgili Lee'ye buradan bir kez daha teşekkür ederim. Bu albümü kazanmamı sağlayan yazım blogumda da yer alsın istedim  o yüzden buraya da ekliyorum.



Güney Kore deyince aklınıza gelen şeyler neler? Ve neden Güney Kore?

Güney Kore deyince aklıma; dört yıl önce Kore dizileri izleyen bir arkadaşıma “Ay onu mu izliyorsun?” deyip burun kıvırışım geliyor. Sonra onun bana önerdiği bir filmi getirecekken çok güzel bir yanlış anlaşılma sonucu “Düşlerimin Prensi” adlı diziyi getirmesi ve benim burun kıvırdığım dizilere burnumu sürte sürte nasıl başladığım geliyor.

İzlediği bir diziyle hayata yeni bir pencereden bakmaya başlayan küçük bir kızın, avucuna tek tek şeker toplar gibi her biri ayrı tatta olan dizileri, filmleri toplayışı geliyor. Şekerler öyle güzel, öyle içten ki her birini içinizde hissede hissede bitiveriyorsunuz. Harry Potter okuyanlarınız bilir, Bertie Botts'un Her Lezzetten Fasulyeleri var hani. Her biri ayrı tatta, içinden ne çıkacağı belli bile olmayan şekerlemeler. Hah işte Kore dizileri de onlar gibi. My Girl izlerken şekeriminden kahkaha tadı alışım geliyor aklıma Güney Kore deyince. Misa’yı izlerken gözyaşlarının tadını nasıl aldığım ve Secret Garden’ı izlediğim zaman daha önce hiç tatmadığım ama dünyadaki bütün şekerlerden daha güzel bir tada sahip olan enfes bir lezzet geliyor. Yıllar geçti, yıllar geçiyor ve ben hala avucuna bulduğu bütün şekerleri dolduran küçük bir kız olmaktan vazgeçmiyorum.

Güney Kore deyince aklıma insanlar geliyor. Güney Kore sayesinde tanıdığım insanlar…
Etrafındaki hiç kimsenin bilmediği gizli bir bahçede oynayan küçük bir kızın yanına yavaş yavaş gelen insanlar… Küçük kızın, bir gün okulunda bahçesinden bir çiçek görüp, çiçeğin sahibine “Sen onu nereden tanıyorsun?” deyişi ve o cümleyle bahçesine yeni bir oyun arkadaşı alışı. Küçük kızın o cümleyle sadece bahçesine bir arkadaş alışı değil de hayatına hiç tatmadığı abla-kardeş duygusunu alışı da geliyor. Aynı şeyleri sevip, aynı dilden konuşabildiği insanlar geliyor mesela. Artık “kardeşim” diyebileceği “abla” diyebileceği insanların hayatına nasıl renk kattığı geliyor. Yıllar geçti, yıllar geçiyor ve güzel bahçesinde açan her bir çiçek gibi yeni insanlar da açıyor küçük kızın hayatında.

Güney Kore deyince aklıma; hayattaki şeylere yüklediğim yeni anlamlar geliyor. Her kar yağdığında yıllardır “Bugün Joo Yo Rin’in doğum günü!” demekten vazgeçmeyişim geliyor. Olur da bir gün 63. Bina’ya gidersem, asansörde nefesimi tutarken dileyeceklerim geliyor. Hayatta en acınası insanların hiç anıları olmayan insanlar oluşu geliyor mesela. Kaderin, sevdiğin için tesadüflerden köprü inşa etmek olduğu; yarın için yaşayanın bugün için yaşayan karşısında hiç şansı olmadığı geliyor. Dahilerin reçel yediği geliyor, Baek Seong Joo gibi dahilerin. Gökyüzünün neden mavi olduğu ve Alica Harikalar Diyarında Sendromu adında bir sendrom olduğu. Bir adamın sevdiği kadın için Deniz Kızı olmaya razı oluşu geliyor. Bir kadının sevdiği adam için ölümsüzlü bırakıp ölümlü olmaya razı oluşu…

Güney Kore deyince aklıma; bir grubun nasıl bu kadar çok sevilebileceği geliyor. Bir gruba, bir insana bağlanmanın nasıl bir şey oluşu. Hem de hiç görmediğin, hiç tanımadığın bir insana. Muz görünce “Chansung muzu çok sever.” dediğim geliyor mesela. Komik bir şey olduğunda “Taec olsaydı çok gülerdi, Junho olsaydı şunu derdi”. deyişlerim. Kırmızı gördüğümde “Nichkhun kırmızıya bayılır.” deyişim geliyor. Kedi sevmeyen bir insan olarak Jeonggam’ın en sevdiğim hayvan oluşu geliyor mesela. Junsu’nun şebek tavırları, Wooyoung’ın civcivle özdeşleşmesi geliyor. Bir de Jay geliyor, Jaebeom. Jay’i görünce dolan gözlerim geliyor. Ve bunu öğrenen insanların bana deliymişim gözüyle bakışları. Ona her baktığımda nasıl içimin acıdığı, acısını içimde hissedişim geliyor. Bir Anka’nın, bir insanın küllerinden nasıl doğabileceğini gösterdiği geliyor. Azmin nasıl bir şey olduğunu, vazgeçmemenin ne kadar önemli olduğunu gösterişi geliyor.

Güney Kore deyince aklıma; JYP’yi nasıl bir ağabey, bir baba gibi gördüğüm geliyor. Suzy’i nasıl bu kadar çok sevebildiğim. Suzy’e, Ji Yeon’a, IU’ya nasıl kardeşlerimmiş gibi bakabildiğim. Hyorin’in sesine nasıl hayran olduğum geliyor mesela, Shin Min Ah’ı ne kadar güzel bulduğum. Güney Kore deyince aklıma Kpop, Kpop deyince de; G-Dragon’un yosun saçları, harika besteleri geliyor, TOP’ın ne kadar insancıl olduğu, Seungri’nin fırlama tavırları, Taeyang’ın müthiş dansları, Daesung’un o yumuşacık sesi… Ji Yeon’un göz makyajı geliyor mesela. O makyajı yapabilmek için sarfettiğim çabalar ve en sonunda başarılı oluşum. Hyuna’nın seksiliği geliyor. Geliyor yahu! Yiğidi öldür, hakkını yeme. Heechul’un sakalının çıkmaması geliyor. CL’in ne kadar muhteşem bir lider oluşu, Park Bom’un süt beyazdı teni, güzelim saçları geliyor. Jo Kwon’un hareketleri geliyor. Gelince de gülmekten öldürüyor beni. UEE’nin suratsız suratı da geliyor valla. Geliyor yani, tutamıyorum. FT Island geliyor. İlk gözağrım oluşları geliyor.Yerlerinin bende ne kadar ayrı olduğu geliyor. Se7en’ın ve Park Han Byul’un aşklarına duyduğum saygı, onunda ötesinde bu kadar yıl basından gizleyebilmelerine duyduğum hayranlık geliyor. Onew’un tavuk aşkı geliyor. Nasıl gelmesin, her yerde gözümüze sokuyorlar. Rain’in kasları geliyor. Gelmesin mi yahu adam’ın %98’i kas! Siwon’un six packleri geliyor. Lee Joon’un Maşallahı olduğu geliyor. Oy anam geliyor da geliyor! Buraya six packlerli, Rainleri karıştırmayacaktım. Bak güzelim yazı fangirl duygularıma boyandı şimdi. Neyse nerede kalmıştık?

Güney Kore deyince aklıma; o güzelim sonbahar görüntüsü geliyor. Yerleri boyayan kırmızı, turuncu, sarı yapraklar… Sonbahar’ın Kore’ye en çok yakışan mevsim olduğu geliyor. Kore deyince burnuma baharat kokusu geliyor bir de. Okuduklarımdan, duyduklarımdan ötürü tabi ki. Yoksa Kore’ye gidip Kimchi’nin baharat & sarsmak kokusunu duymuşluğum yok. Duymayı çok isterdim ama. Yanlış anlamayın, Kore’yi çok sevdiğimden, gidip görmek istediğimden değil de sırf sarsmak kokusuna bayıldığım için. Sonra Koreliler’in ne kadar içten, ne kadar doğal oldukları geliyor. Türkçe kelimeler öğrenip bana şirinlik yapan Koreli arkadaşlarım geliyor. Han Nehri geliyor aklıma Güney Kore deyince. Öyle güzel görünüyor ki Kore’ye gidersem gezmek isteyeceğim ilk yer oluşu geliyor. Namsan Dağı geliyor, N Seoul Kulesi geliyor aklıma. Gitmek istediğim, görmek istediğim yerler geliyor ve bunları düşündükçe bir yerin hiç görmeden, uzaktan nasıl sevilebileceği geliyor. Hayallerini gerçekleştirmek isteyen insanların sıcacık umutları geliyor aklıma ve benim de o insanlardan biri oluşum…

Güney Kore deyince aklıma gelen şeylerin “Neden Güney Kore?” sorusunun cevabı olması da geliyor mesela. Sıcacık umutlar besleyen güzel insanların hayallerini gerçekleştirmeleri dileğiyle…

Nasıl oldu bilmiyorum..


Nasıl oldu bilmiyorum. Neden açtım bu blogu?

Aslında uzun zamandır yapmak istediğim bir şeydi bir blog sahibi olmak. Okuduğum bloglara özeniyordum belki.. Belki de yazdıklarımın sadece defter sayfalarında kalmasını istemedim. Hoş, yazıya en çok yakışan yer değil mi aslında defter sayfaları? Kalemin kağıtla buluştuğu andaki his bir başka... Sanki defter bir dünya ve sen o dünyaya hükmediyorsun. Kalemin güç veriyor sana, sen de ona.

Hayır, sorun yazdığım yerlerde değil, biliyorum. Nereye, ne şekilde yazarsam yazayım onlar benim sözcüklerim, benim cümlelerim, benim dünyam. Bu dünyada yalnız olmak istemedim belki de ya da dünyamın yalnız olmasını istemedim. Başkaları da görsün istedim, başkaları da okusun, başkaları da sevsin. Sever misiniz bilmiyorum. Ben sevecek miyim onu da bilmiyorum ama büyük ihtimalle çok seveceğim.

Düşüncenin kelimeye dönüştüğü her anı seviyorum. Okumayı sevdiğim kadar yazmayı da seviyorum. Belki de bu yüzden, artık okumayı çok sevdiğim blog dünyasında kalem tutan bir el de ben olmak istedim. Madem seviyorum, madem okuyorum, madem yazıyorum buraya yazayım istedim.

Ben kalemimi seviyorum. Peki siz de sevecek misiniz?